Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

27 Eylül 2010 Pazartesi

GUNE BAKMAK...

Keyifli bir ucak yolculugu yapiyoruz Ege’den Marmara’ya...

Kapidayiz biz diyor Ferda telefonda… Sesi herzamanki gibi tatli, icten ve sicak...

Once onlarla birlikte olacagiz, sonra ogleden sonra Mehmet’le bulusacagiz...

Bulusuyoruz, kucaklasiyoruz “ciftlige gidiyoruz” diyorlar... Cocuklar arabanin icinde kipir kipirlar, bicir bicir konusuyorlar, biz hal hatir soruyoruz... En son bu yaz Roma’nin kaynar sicaginda gorusmustuk... Roma dugunlerine karisip, kiyafet, nikah sekeri, cicek kritikleri yapmis, Roma’nin guneyinde turlamis, cocuklar icin alisveris merkezinde hizli bir tur atip, keyifli bir yemek yemistik...

Keske Figen’de gelebilseydi diyoruz... Onunla telefonda konusuyoruz... Insallah Roma’da gorusuruz diyoruz...

Biz sizi kòye gòtùrùyoruz diyorlar... Benim zaten pek olmayan yòn duygum Istanbul gibi megapollerde iyice kayboluyor, nerede bu kòy demiyorum ve konusa konusa yol aliyoruz... Mesafe, donus yolu, hava alani yolu trafigi vs, dusunulunce Mehmet’le bulusulamiyacagi anlasiliyor, uzulerek ona haber veriliyor, olgunlukla “insallah bir dahaki sefere” diyor...


















“Federico’ya sana ne pisirelim ?” diyor Ferda...


Hic tereddutsuz “misir” diyor... Kòy bakkali kapi ònù sohbetinden alinip bakkala getiriliyor, ekmek aliniyor, misir soruluyor, “bizim eve gidin, hanim size toplar” diyor...


Biz daha 50 metre uzaktaki eve ulasmadan, hanimin eli kolu coktan misir dolmus bile... Eve geliniyor...


Ferda ic mimar... Cok iyi bir egitim almis olmanin yaninda, cok zevkli, arastiran, okuyan, bilen bir insan... Evin planlarini da o yapmis...



Neyi hayal ettilerse bir zamanlar, onu koymus evlerinin planina... Cok guzel, cok keyifli, cok fonksiyonel, yasamak uzere bir ev cikmis ortaya...


Cocuklar Nuri ile bahceye daliyorlar... Domatesler, biberler, patlicanlar toplaniyor


karpuz secme isi uzmanlarina birakiliyor,



ay cicekleri hem yeniyor hem toplaniyor,




komsunun bahceye uzanan cevizi bizzat tarafimdan kontrol ediliyor...




Nuri, Turkiye’nin en iyi tip fakultelerinden birinden mezun, yurt disi deneyimli, sayisiz cocuksuz ailenin yùzùnù gùldùrmùs bir doktor... Cok mutevazi, cok insan, cok dost canlisi...


“Kòylù” oldugundan beri, pembe domateslere sevdalanmis,

gururla gosteriyor ùrùnlerini... Ayni zamanda meslektas da oldugu, rahmetli babasinin kulaklarini cinlatiyoruz, onun doga sevgisinden, onun Ege’de yetistirdigi agaclardan konusuyoruz...


Herkes bahcenin bir kenarina sacilmisken, biz de Ferda ile konusuyoruz... Bir yandan da, inanilmaz bir Pazar kahvaltisi hazirlaniyor... Masada yok yok... Gulumseyerek bakiyorum hazirliga... Su bòregi, minicik pogacalar, minicik pizzalar, koy ekmegi, cesit cesit peynirler, zeytin, sucuklu yumurta, ince belli bardaklarda piril piril bir cay... Ne guzel bardaklar bunlar diyorum, “Bardaklari benzincinin puanlariyla aldik” diyor Ferda, bùtùn dogalligiyla...


Bardaklar gercekten guzeller ama onlari asil guzel yapan bu evde insanin icine isleyen huzur, sadelik, dogallik, sahip olunana degil, paylasilana verilen deger...

Kahvaltidan sonra tavuklara ve kopeklere yemek veriliyor, ,
bahce turu tamamlaniyor

























taaa uzaktaki bir alisveris merkezinden bana istedigim kitaplar, elektrikli kahve cezvesi aliniyor, cocuklarin gonlu yapiliyor (bu onlar ne isterse yapiliyor demek), sonra mangal sefasi icin eve donuluyor...

Cocuklar Nuri’nin yaninda, emrine amade, uflemeci, yellemeci, ortaligi dagitmaci olarak is bolumundeler, ben Ferda’nin yaninda o salata yaparken yalanciktan masa hazirlayip, taze ay cicegi yiyorum... Yemekten sonra, misircilar is basina geciyorlar. Bir orduya yetecek kadar misir kozleniyor, servis ediliyor...


“Aaaaa... Tavuk gogsu, kazan dibi, incir tatlisi var daha diyor Ferda... Annemin yetismiyecek herseyi tattirmaya diye, ayni ogunde iki cesit ana yemek hazirladigini anlatiyorum, guluyoruz... Ben hem tavuk gogsu, hem kazan dibi, hem ici cevizli incir tatlisi yiyorum... Bu arada goturelim diye ay cicekleri toplaniyor, gitme saati yaklastikca, “son bir cay” daha iciliyor...
Valizin kenarina kocaman bir taze ay cicegi, suslu bir masa ortusu, canimiz isterse diye, tadina bakamadigimiz pogacalardan konuluyor



Musmula agacini gordugumde gosterdigim sevince gulunuyor yeniden... Yiyemedim ama olsun, dunyada bir yerde hala yetistigini bilmek bile guzel diyorum...

Mehmet’le bulusulamiyor... Onlarin da cumartesilerini alt ust ettik diyorum icimden... Ama orada ya da burada tekrar gorusecegiz biliyorum...
Donus yolculuguna baslamak uzere havaalanina geliyoruz... Cok sey soylemeden vedalasiyoruz, her zamanki iyi dileklerle, “yeniden gorusmek uzere, saglikla” diyerek...


Federico, “ Ege bana, sen benim en iyi arkadasim olur musun ? “ diye sordu diyor... Gulumsuyorum...

herşey, herkes için değildir/ oysa kimi hiçbirşey öğrenmez karanlıktan/ yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi...

yağmur herkese yağar/ ama çok az insan tutar /yağmurun ellerini/ onca şarkı onca film onca roman

ama sevmeye yetmez herkesin kalbi

diyor Murathan Mungan...


Ben bu dunyada var olmanin, alip vermekten ote birsey oldugunu anlayabilmis, paylasabilen, kalbi sevmeye yeten, arkadasligin anlamini sozluklerden farkli boyutlarda algilayan insanlari tanidigim icin kendimi cok sansli sayiyorum...


Ne guzel bir gune bakan verdiler annene degil mi diyorum Federico'ya... Cok ta anlamadan yuzume bakiyor, ay ciceginin adini bilmiyor ki, gune bakani bilsin, "


" evet anne, cok guzel bir gundu ama bana da verdiler" diyor...


27 Eylul 2010'Roma
P.S: bu guzel sarki "come un girasole" gunebakan gibi diyor...

17 Eylül 2010 Cuma

SEN YAGMUR OL...


Gok gurultusunden korktugum icin yagmuru sevmedigim gunler cok eskilerde kalmis, yattigim yerden bulutlara bakiyorum...


“yoksa her yagmurdan sacakalti mutlulugu mu kaldi “* diyordu siirde...





Ne cok yagmur anim var...
Ankara’nin memur islatan, hep dairelerin dagilma saatinde yagan “kirk ikindileri”,
Ege’nin Yunan’lilar geldi, bizim koyù bombaliyorlar dedirten aniden patlayan gok gurultulu sagnaklari,
Istanbul’un sabah sonbahar, oglen yaz, aksam kara kis kaprisli havasinin ardindan cogalan deniz kokusu,
Bozkir’in Carsamba suyunu camura ceviren, yuksekleri surukleyip getiren yagmurlari,
Roma’nin basladi mi bitmek bilmeyen, biktiran, usandiran yagmurlarinin fonunda yasanmis ne cok ani...

Korkunc bir gok gurultusu ile bastiriyor yagmur... Annem once Federico uyanacak diye, sonra tembel teneke kedileri icin ùzùlùyor... Sonra beni goruyor...
O birsey soylemeden, “ben topladim minderleri, ortuleri, havlulari filan” diyorum...


Elinde, Federico bebekken ucakta hediye ettikleri yumusacik battaniyeyle geri geliyor, ùstùme òrtùp, “sùt icer misin?” diyor... Ben hazirlayayim, sen gel otur diyorum...


Federico “ben de isterim” diye sesleniyor odadan... Babama da hazirlayayim bari diyorum...


Yagmur neredeyse eski korkulari geri getirecek simseklerin ve gok gurultulerinin esliginde, bardaktan filan degil, kazandan bosanircasina yagiyor, dallar yerlere egiliyor, saksilar devriliyor...

Sutlu kahvenin kokusunu icime cekiyorum, kek isteyen var mi diyorum, cevap beklemeden yayma kek tepsisini getirip sehpanin uzerine koyuyorum...

“bu güz yağmur yağar, saçların gelecek bahara ıslanır” diyor siirde...


Kapinin yanindaki kucuk pencerede yagmurun biraktigi izlere bakiyorum... Perdeyi gulcin ormus, kirazlari ben getirmisim, camin onundeki horoz ibiklerini annem yetistirmis...

Ben “artik gùnes saati kullanacak mevsimlerden cok uzaktayim” diyor siirde...


17 Eylul 2010

P.S: Bùtùn alintilar “Akif Kurtulus” siirlerinden... Bu yazi o siirlere yazilmis bir yazidir...
P.S 2: Son yazilara yazdiginiz tùm yorumlara tesekkùr ederim... Siz burada oldugunuz sùrece degerli hersey...
P.S3: Yeni sinif icin biraz daha sabir lùtfen... Uygun bir zaman bulacagiz...

15 Eylül 2010 Çarşamba

GENIS DENIZLERDE PARMAK IZLERIN...*



.

.

.

.

.

.

.

.

Fisildayarak konusuyorlar…

O kadar sessiz ki ortalik, o kadar kimsesiz ki, o kadar mevsimsiz, o kadar zamansiz, o kadar ansiz ki “su an”... Kuslar bile uyanmak istemiyorlar sessizligi bozmamak icin...

“Burada mi uyumus Mehtap ? “ diyor babam... “ sabah uyanip gelmistir, simdi de tilki uykusunda bizi dinliyordur” diyor annem... Dogru soyluyor...

Avuc ici kadar bahcemiz var... Ya da belki iki avuc ici kadar... Babam Italyan’larin “pollice verde” dedikleri cinsten... Bir bitkinin yanina bir comak saplasa, dayansin diye, comak comakligini unutup yeseriyor, utanmadan bir de meyve veriyor...



















Oylesine savurdugu her cekirdekten bir fidan,



her fidandan bir agac yetisiyor




































Onun icin bahce vahsi bir orman gibi...


Annem surekli soyleniyor... Bunun dibine bu ekilir mi, gulun yaninda erigin ne isi var, mavi yasemini verandanin kenarina diktin, butun arilar tepemizde, herkesin sardunyasi cicek aciyor, bizimkiler kendini sarmasik saniyor, 3 tane kizaramamis domates icin, bahcenin yarisini isgal ettin" diyor...





































Babamin cevabi hep ayni, “ ne zarari var sana guzelim cicegin, istemiyorsan al at...”




Atmiyor annem, atamiyor... Bizim evin bahcivaninin keyfi keka, oylesine gelip, bir iki yabani otu yolup gidiyor...














































Kiyamiyorlar yasayan dallara, minnacik ciceklere, senede birgun cicek acan, yoksa yuzlerine bakilmayacak kaktuslere...

Federico dogdugunda dikilen cam agaci, ondan cabuk buyuyor... Erigin dallari kiriliyor meyveden, mavi yasemin yayildikca yayiliyor, dutun en buyuk dalini kesen kimse, itiraf etmiyor, annem komsunun bahcesindeki guzelim, capcanli, 35 yasindaki palmiye agacini kesilmis bulunca aglayarak eve donuyor, sabahlari yeni acmis her cicege dokunuyor, oksuyor, gulumsuyor... Sonra da kendilerini zorla bizim evin kedisi yapan, sut icmek icin bile,zahmet edip te catidan asagi gelmeyen tembel tenekelrin kahvaltisini veriyor...
Bizim bahce, avuc ici kadar ama deniz de, gokyuzu de, ev de o bahceyle guzellesiyor...


Yagmur gelecek gibi karanlik etraf... Cayin suyu kayniyor ocakta...


Oyle sessiz ki ortalik, oyle mevsimsiz, oyle zamansiz ki...



Siir gibi... Ama tam da bu siir* gibi...

geniş denizlerde parmakizlerin, küçük düştün sulara

bu güz yağmur yağar, saçların gelecek bahara ıslanır...”

15 Eylul 2010


*Akif Kurtulus, Odunc Cesaretlerle

9 Eylül 2010 Perşembe

EVDE BIR BAYRAM HAVASI...



COCUKSU BAYRAMLAR


Çocuksu bayramlardayım

Gezinirim aylak aylak

Sonra çıkarım gökyüzüne yalınayak

Neyime gerek somurtmak

Dünya elimde zaten oyuncak

çocuksu bayramlardayım

Cebimde sevgi umutları

Yüreğime sarılmış onurlar

Kıyamam harcayamam

Yok ki benden başka dalları

Çocuksu bayramlardayım

Acıları selamları

Binerim uçan atıma

Dev aynası sevdaya kaçarım

Çocuksu bayramlardayım

Çok ulusludur canım

Akar çiçek çiçek kanım

Yok ki inanın yalanım...

Fuat Guner

9 eylul 2010'Turkiye

6 Eylül 2010 Pazartesi

MEHTAP ETTIGINDEN BIHABER...*


Poyraz deli gibi esiyor, denizin rengi morarmis... Hadi kislik eve gidelim diyorum... O da deniz kenarinda, bir deniz sehrinde, herkes icin bir tatil yeri ama bizim icin “kislik ev”...

Eve girer girmez ust kata cikiyorum... Yatagin uzerine atiyorum kendimi... Cok tanidik, cok benim bir odada, gercekten benim olan yatagima...

Ankara’daki evimi oldugu gibi birakip cikmistim gelinligimle... Tam kapidan cikarken soyle bir donup bakmistim arkama... Kitaplarima, camin onundeki sallanan koltuga, uzaktan gorulen Mogan golune, yerdeki Yagci Bedir halisina son bir bakis...

Begene begene, ozene bezene aldigim esyalar, tabaklar, tencereler, lambalar, koltuklar, kitapliklar kimi kimsesi olmayan bir genc kiza ceyiz olarak gitmis benden sonra...

Kitaplarim, yatagim ve iki cok sevdigim koltuk bu evin ikinci katinda, nasillarsa oyle birakilip zamani durdurmuslar arkamdan... Gozlerimi bir yumup acsam, oradayim, Ankara’da, evimde sanki, ayni sabah gunesi odanin icinde...

Kitapligin uzerinde siyah beyaz solgun bir fotograf... Annem Berjer koltukta oturmus, biz arkasinda ayaktayiz... Bir bayram olmali... Ingiltereden gelmis bir kutu, uzerinde dunya haritasi, icinde renkli ataslar, yaninda kendi yaptigim kalemlik, renk renk kalemler... 1995 yilinin ilac rehberi, ingilizce-turkce sozluk, taksit odeyerek aldigim ansiklopediler coktan zaman asimina ugramis...

Oradayim iste, calisiyorum belki de cok sevdigim kokulu kagitlara, kimbilir kime mektup yaziyorum...

Kitaplari aciyorum birer birer... Ece Ayhan defterler 1984’te alinmis, Ilhan Berk deniz eskisi haziran 1982’de...

Turgut Uyar’in kitabini “vakit nisan ortasinda bir aksam, Mehtap ettiginden bihaber” diye Turgut Uyar’dan yazarak armagan etmis bana Haluk...

Kenarda bir kum saati, yaninda bir cercevede Gulcin’le balkonda cekilmis fotografimiz... Mecburi hizmette saglik ocagini temizlerken buldugum eski bir ilac sisesi, icinde kirmizi kuru cicekler...

Siir kitaplarinin raflarinda dolanmaya devam ediyorum... Ne cok siir okurdum, ne cok kitap alirdim, ne cok siir yasardim bir zamanlar... Kavafis’in kitabinin icinden, sararmis bir sayfa dusuyor yere... Ben yazmisim kagidin uzerine... Can Yucel’in bir siiri...

"Bir gün kaldığın yerden başlayacaksın

Biri seni bulacak

Önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan

Biraz ürkeceksin.!

Ne kadar dirensen de nafile....

İnsansın sonuçta,

seveceksin..

Eski acılara bakıp da küsme sevdalara

Gâvura kızıp da oruç bozulmaz.

Sök at kafandan acabaları..

Bir kemik ayni yerden iki defa kirilmaz..."


Okuyorum, gozlerimi kapatip icimden yeniden okuyorum...
Yavas yavas, hizli hizli, satir satir, cumle cumle okuyorum...
Bu siiri, kimbilir niye, kimbilir ne zaman, kimbilir nerede yazip koymusum bu kitabin icine...

Bugun, tam da simdi bulmak icin olmali... Mutlaka...

Zaman coktan durmus bu odada... Onun icin yazmis Ilhan Berk

“Dedim ki hatirla, hatirlamaktir zaman
Butun dillerde...”
diye...

Hatirliyorum...

6 Eylul 2010’Turkiye

*Turgut Uyar

1 Eylül 2010 Çarşamba

EYLUL, YAGMUR ve CEMAL SUREYYA'NIN KALEMINDEN 3 SEHIR...


Babamin buyukbabasi, dava vekili Esat Efendi, Istanbul’da dogmus buyumus de, oradan neden Erzincan’a goc etmis bilmiyoruz...

Dogdugum sehri hic tanimiyorum... Daha dogrusu benim, sadece kendime ait bir anim yok bu sehirle ilgili... Hayal meyal babannemlerin bahce icindeki buyuk evlerini, genis mutfaktaki kuzineyi, maltizi, bahcedeki dut agacini filan hatirliyorum... Ya da hatirladigimi saniyorum... Geriye kalan hersey, bana anlatilanlarin benim beynimde yarattigi izdusumler...

Sonrasi degisen sehirler, degisen yuzler, degisen hayatlar...

Ege bolgesinde gecen cocuklugum, Istanbul’a dokunup kacilan, korkuyla gecmis bir genc kizlik yili ve cocuklugumun Ankara’si, hem anneannemlerin, hem babannemlerin evleri, ardindan yine ayni sehirde gecen universite yillarim... Sonra mecburi hizmet, once Bozkir, sonra Konya... Simdi de yeni bir mevsim Roma... Yasanmis, anilar birakilmis, hayaller kazinmis goz bebeklerimin altina, uzaklasmis sehirler...

Gulcin bana cok guzel bir yazi yollamis... Ona da sevgili arkadasi Suna'nin esi Osman'dan gelmis, "Gulcin bosver Istanbul'u, bak Cemal Sureyya ne diyor" notuyla beraber... Osman, butun cok zeki insanlar gibi sanata ve siire duskun bir insan...

Bu yazi, eylul’e, bu sabahki yagmura, dogduklari yerlerde kalmayan, ruzgarlarla arkadas serseri yapraklara cok yakisan bir yazi...

Nereliyim ben diye dusundum okuduktan sonra... Cok yerliyim, her yerliyim ama en cok galiba Ege’liyim...

Tesekkurler Gulcin... Keske kendin de gelsen soyle birden bire... Ne guzel olurdu...
Sana da Osman... Hem tesekkurler hem de selamlar yolluyorum...

1 Eylul 2010

--------------------------------------------------------------------------------------------

Cemal SÜREYA'nin kaleminden üc sehir:

Ankara, en iyi kalpli üvey ana. Bu şehri bu kadar yalın anlatan başkabir şey olamaz sanırım. Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana olan Ankara .

Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını , suskun devletin konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.

Belki denizi görselerdi beklemezlerdi. Denizi su sanıyorlar.Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz. Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara'nın göllerinde. Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi. O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir. Her zaman ötelerde bir şeyolduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi. Insanlar Ankara'da beklerler, kimbilir bekledikleri hayattır.


Istanbul'da ise durum daha vahimdir. Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir. Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir Istanbul, ama hayat eli çabuk davranır. Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.

Bu yüzden hırsla kovalarlar hayati Istanbullular. Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya rağmen, Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzurvardır. Ama Istanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin. Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip yutan bir kovalamacanin içinde kaybolur giderler. Hayat kaçar, onlar kovalar.

Ama Izmir... Izmir'de hayat beklenmez, kovalanmazda. O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır. Mutlulukla dolu, sakin bir sevişmenin tadındadır körfez. Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur, kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle dolarsınız.

Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur. Hafta sonları denizedoğru bir göç başlar. "Ey hayat, biz Çeşme'ye gidiyoruz sen de arkadan gel" der Izmirliler muzipçe.

Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider. Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan IZM harflerine sevgiyle bakıyorum. Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.

Cemal SÜREYA


P.S: Resimler Eric Johannson